---}--}@ Arşivime Hoş Geldiniz,Benim Beğendiklerimi Umarım Siz de Beğenirsiniz... Resimler ve Yazılar Forumlardan Alıntıdır..
 

Mevsim bahara merhaba demeye hazırlanırken,

Sen yoksun uzaklardasın ey nazende?

Bu sensiz kaçıncı bahar olacak bende

Ve kaçıncı sensiz cemre düşecek toprağıma

Yüreğime, gönlüme ey nazende?


Kaç cemre düşmeli yüreğime, ısınmak için yeniden.
Unutmak için, yeşil nazarlarını, mavi bakışlarını,
Kaç bahar geçmeli sensiz ömrümde, hasretinin üstünden...
Ve sensiz kaç gece kuşatmalı benim ruhumu bu diyarlarda

Kaç ceylan su içmeli sensiz dağların soğuk sularından,
Sevda sebillerinden, yürek pınarlarından nazendem.
Kaç güvercin uçmalı, kanatlarında ümidi taşımalı mevsimlere
Vuslat semalarının rüzgârını çekmeli ciğerlerine ey nazende
Kaç yağmur ıslatmalı bedenimi, arınmak için özleminden...

Kaç menekşe açmalı saksılarımda ve büyümeli pencerelerimde
Boyun bükmeden ümid olmalı bana sensiz baharlarda nazende
Kaç ilkbahar yaşamalı, kaç ilkyaz yaşamalı gönlüm sensiz nevbaharlarda
Üşümeden,


Ağlamadan,

Ölüm gelmeden önce bana
Ve
kaç sene,
kaç ay,
kaç gün,
kaç saat,

geçmeli ömrümden ve ömrümden,


Kaç cemre düşmeli kuruyan düşlerimizi yeniden,


Yeşertmek için toprağa ve suya ey nazende?


Yazalım adımızı cemrelere ki hayat bulsun,


Toprakta ve suda,


Filizlenelim her baharda sessizce?


Açalım binbir çiçek gibi kırlarda?


Söyle daha kaç cemre düşmeli?


Kaç seher yeli değmeli yapraklarımıza?


Daha ne kadar dualar dilimize düşer


Sen söyle ey sevgili daha kaç cemre düşmeli yüreğime..


Ey sevgili, en sevgili?


gece yağan kar
sessiz ve pürüzsüz
bir yazılmaz söze büründünüz
beyaz gül
sevdanın diliyle aç
üşüyen yalnızlığımdır şimdi
kalbine kalbimi sar
ey sözü köpürten hallaç
irâdı kederin
kederimle örtüşür

yolculuğunuz gece yağan kardı
ey sevdaya bac kesen abdal
dil kapısı kapandı
gönül kapısını aç
ey sözü savuran hallaç
hasretin diyarından
ne vakit dönülür
bir kuru dal
bir kuru yaprağa düşer de hâlin
hâlimle örtüşür


Arif AY






Her uzakta güneş yüzlü bir yakın
Her yakında bir uzak görüyorum
Kalbimin rengarenk kalelerinden
Bir yangının kalbinde yürüyorum
Onu arıyorum yollar içinde
Mahremini rüzgardan sakınan kullar içinde
Ruhumuza yazılanın adıyla
Bir tespihe dizilenin adıyla
Gözlerinin karasında bahtımı
Hıra’sında tahtımı arıyorum
Yeryüzünün saçlarında büyüyen
Bir yangının kalbinde yürüyorum
Bir mağara dört yanında gölgeler
Diyor ki:
Kapımda atlılar vardır
Bir ben değilim yüzyıllardır yokluğunda gül dalını koklayan
Gece gündüz kıyameti bekleyen
Bir örümcek; avuçlarında sukut diyor ki:
Bakıp da görmeyen gözler elbet bir zindanın kahrını özler
Bu ateş nasılda kavurdu beni
Ona yakın kılanın adıyla örüyorum ağlarımı
Bu aşk tenhalara savurdu beni
Taşları gözyaşı döken bir şehir diyor ki:
Kötürüm oldum ağrımdan hala kan akıyor duvarlarımdan
Bugün ona pervane olsa da düşlerim ve çocuklarım
Hep bir titreyiştir tenimi saran
Mutluluğum yarım, sevincim yarım
Bir dağ bir yiğidin şahadetiyle vurmuş kendisini dağlar üstüne
Diyor ki:
İnfilak etseydim o an başına düşseydim dokunanların
Bir yanımda okçuların sızısı, bir yanımda hüznün alınyazısı
Yıkılıp kalsaydım çağlar üstüne
Ve ölüm diyor ki:
Öylesine saf, berrak ve güzeldi…
Gülümsüyordu
Giderdim en derin susuzluğumu
Bende ölümlüyüm bilsem de bunu
Kollarında buldum sonsuzluğumu
Birde şair ses çölünde bezirgan… Diyor:
Ne yok gibiyim nede ufkun ötesinde var gibi
Harfler ona doğru uçuyor kuşlar gibi, heceler ona doğru
Hangi hayalin sessizliğine saklasam ömrümün çığlıklarını
Ona doğru tükeniyor karanlık, geceler ona doğru
Tarih haykırıyor kim okur benden hayat kitabının sır yazısını
İnsan hangi yurdu arayıp durur
Yalnız onun izi kalır evrende, ev yıkılır su kurur
Çöküyor kibrinde çürüyen sanat
Gönlüme doluyor şimdi kainat
Durup durup ışıldayan sesleri boynu bükük duyuyorum
Aynalar beni bana gösteriyor yeniden
Ruhumuza yazılanın adıyla
Bir tespihe dizilenin adıyla
Diriliyor hücrelerimde bahar
Kalkıyor o kabus perdesi birden
Bembeyaz bir kapıdan giriyorum
Kalbimin rengarenk çiçeklerinden
Bir bahçenin kalbinde yürüyorum
Ruhumuza yazılanın adıyla
Bir tespihe dizilenin adıyla
Diriliyor hücrelerimde bahar
Kalkıyor o kabus perdesi birden
Bembeyaz bir kapıdan giriyorum
Kalbimin rengarenk çiçeklerinden
Bir bahçenin kalbinde yürüyorum

Nurullah GENÇ

Mahzeni esrar;Zapt et kelimeleri turnalar seninle uçsun,tefekkür ufkunun inancını kanatlandır,şaha kaldır,Eyyüb misali teslim ol.Hani vardır ya bazı anlar,gözyaşın hep içine damlar...Gönül diyarına bir ''ahhh''daha sızar..
Güneş batarken turnalara mı meydan okursun!
alıntı


Sana yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağmurlu bir coğrafyada yaşadığımızı söyleyecekler.
Gerçek olan senin mevsimindir oysa.
O günün nasıl geçeceğini anlayabilmek için gökyüzüne bakman gerekmez. Dönüp yüreğine bak.
Yağmurlar ve güneş yüreğinden süzülür.
Gerçek olan yüreğinin mevsimidir, senin mevsimindir.
Her sabah uyandığında gözlerinden dünyaya saçılandır mevsim.
Güneş senden doğar ve yağmur senin gözlerinden düşer yeryüzüne.
Sana atlaslar, haritalar gösterecekler.
Adına sınır dedikleri bazı çizgilerle çevrildiğini göreceksin yaşadığın yerlerin.
Bütün bunlar kurmaca.
Gerçekte tüm yeryüzü Allah’ındır ve gerçekte yürüyebildiğin kadar senindir tüm coğrafyalar.


Tarık Tufan

Hani Bilirsiniz Ya;



Hani bilirsiniz ya;

DUYGULAR VARDIR, 
Kalemden kâğıda lehçe dökülen
Benlikten kaçırıp meçhule götüren

GÖNÜLLER VARDIR, 
Değirmen misali kalbi öğüten
Kaktüsü kurutup güller büyüten

HAYALLER VARDIR, 
Bir kırık bacakla yine de yürüten
Her gece kaynayıp sinede tüten





AYRILIKLAR VARDIR, 
Baharın yüzünü kışa çeviren
Bir garip firari kuşa çeviren

DUALAR VARDIR, 
Arz-ı halleri Rahman’a bildiren
Derinden titreyen ruhu dindiren

HASRETLER VARDIR, 
Bekleyiş içinde aklını yitiren
Vuslatı başlatıp, firakı bitiren

VE AŞK’LAR VARDIR... Aşıklar vardır.

Kadim Dolunay


Temiz ruhlar, Yüce Allah’a aşıktır.
Onlar yerde gökte Yüce Allah’a ait şeyler arar, sevgiyi yoklar, ihlâsı koklar, Arş’a kimden ne çıktığına bakarlar.
Oraya kim yönelmişse onusever, tanır ve kendisine dua ederler.
Böylece ruhlar o iklimde tanışmış olurlar.

Bu durumu Efendimiz s.a.v. şöyle ifade buyurmuşlardır:

“İki müminin ruhu bir günlük mesafede karşılaşıp tanışır.
Halbuki onlar birbirlerini zahiren hiç görmemişlerdir.”
(Buharî)

Herim b. Hayyan rh.a. anlatır:

“Veysel Karanî Hazretleri’ni görmek için Kûfe’ye gittim.
Tek arzum kendisiyle görüşmek ve hayır duasını almaktı.
Onu öğle vakti Fırat kenarında abdest alırken buldum.

Kendisini ilk defa görüyordum. Anlatılan vasıflarından onu tanıdım.
Yanına vardım, selam verdim. O da selamımı aldı ve:

– Allah sana rahmet etsin. Nasılsın ey Herim b. Hayyan? dedi.

Ben, benim ve babamım ismini nereden bildi diye hayret ettim.

Kendisine:

– Allah sana rahmet etsin, benim ve babamın ismini nereden bildin?
Bundan önce seni hiç görmemiştim, dedim.

Biraz sükût etti ve:

– Bana senin ve babanın ismini her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.

Nefsim seninle konuşurken ruhum senin ruhunu tanıdı.
Hiç şüphesiz bedenler birbiri ile tanışıp kaynaştığı gibi, ruhlar da Allah sevgisiyle birbirlerini tanırlar ve severler.

Zahiren hiç karşılaşmamış, tanışmamış olsalar ve oturdukları yerler çok uzak da olsa bu böyledir, dedi.

(İbnu Asakir, Tarihu Dımaşk; Ebu Nuaym, Hilye; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ) 




Hani müminlerin evlerine paldır küldür girilemeyen günlerimiz vardı bizim.

Önce bir kanatlı kapının tokmağını çalardınız. Sonra, izin verilirse avluya geçerdiniz. Evin arka ve yan taraflarını çevreleyen yazlık veya kışlık bahçelerden birine de geçtikten sonra asıl görüşme mekânına alınırdınız. Büyük konaklarda bu mekân çoğu zaman ortasında minik bir havuzun veya duvarında şirin bir selsebilin olduğu genişçe bir salon olurdu. Bu salonda mutlaka sümbül ve reyhanlar bulunur. Ve bu çiçeklerin bakımı da evin hanımefendisi tarafından yapılırdı. Ama eve girmeden önce geçtiğiniz bahçedeki ağaçların, çiçeklerin ve bilhassa da güllerin bakımı tamamen beyefendiye aittir.

Neden reyhan – sümbül ve gül derseniz…

Reyhanı koklayarak şükrü, sümbüle bakarak ölümü ve yeniden dirilmeyi, güle bakarak Resûllulah’ı tefekkür ettikleri için…

Her bahar ayında eve reyhan alınır.

Reyhan o mis gibi kokusuyla buram buram kokmaya başladığında şöyle yavaşça avucunun içinde reyhanı mesh eder, sonra avucunu burnuna yaklaştırıp keskin kokuyu elinde duymaya başladığında eskilerden öğrendikleri bir cümleyi gayri-ihtiyari tekrarlarlar:

“Bizi bu sene de Reyhan’a ulaştıran Rabb’e şükürler olsun…”


Modern insanın hayatı buram buram güzel kokularla dolu. Üstelik bir kısmına dolar üzerinden çok yüksek fiyatlar ödeyerek satın aldığı halde, duyduğu güzel koku için şükretmek aklına bile gelmez. Çünkü üretilen kokular ne kadar güzel ve kaliteli olursa olsun Reyhan’ın doğallığına ve masumiyetine ulaşamaz.
Reyhan’ın kokusunda şükrü hatırlayan ve hatırlatan güzel insanlarımız vardı yani…

Eskiden Osmanlı sümbülleri de vardı.


Şimdi de Sümbül var.

Tıpkı modern insan gibi kokusuz ve köksüz…

Oysa Osmanlı sümbülleri çok güzel kokar. Ve her bahar tekrar tekrar alınıp saksıya dikilmezmiş. Zira evin hanımefendisi sümbül soğanını bir kez alıp saksıya diktikten sonra, ertesi yıl tekrar almasına gerek kalmazmış. Yani şimdikiler gibi kısırlaştırılmış soğanlardan yetiştirilmezmiş.

Osmanlı Sümbül’ü ise aynı soğandan yeniden yetişirmiş.

Bilirsiniz Sümbül’ün ömrü kısadır. 15 – 20 günlük bir ömürden sonra mevsimi geçince ölürmüş. Ama tam bir yıl evin bir köşesinde öylece muhafaza edilen saksı ertesi baharda sulanmaya başlayınca yeniden Sümbül verirmiş. Sümbül’e bakan tefekkür sahibi, kör gözlere:

“Çürümüş kemikleri yeniden nasıl diriltecek mi diyorsun, bak ben bu sümbülü geçen sene öldüğü andan itibaren hiç sulamadım. Tıpkı toprağın içindeki ölü beden gibi idi ölü Sümbül soğanı. Ama bak işte vakti saati gelince yeniden topraktan çıkıverdi. İşte seni de o Sümbül’ü dirilttiği gibi diriltecek.” dermiş.

Mushaf’taki âyeti okuduktan sonra kâinat kitabındaki ‘Sümbül âyeti’ni okuyanlar…

Sırrınız daim olsun…

Gelelim Gül’e…


Resûlullah’ın hoş kokusunu Gül kokusuna benzetmek sanırım ilk olarak Mevlana’nın, sonraki yüzyıllarda da Süleyman Çelebi’nin işi:

“Terlese güller olurdu her teri.

Hoş dererlerdi terinden gülleri.”

Tamamen muhabbetten, edebi kaygılarla yazılmış bu cümleler Osmanlı insanının gönlünde öylesine yer etmiş ki Gül’e bakıp Resûlullah’ı hatırlamayı ve hemen ardından da Salâvat getirmeyi bir örf haline getirmişler.

Hani hatırlar mısınız bir sahabî vardı. Bir gün kendisine âit hurma bahçesinde oturmuş, çok hoş bir rüzgarla bir taraftan serinlerken bir taraftan da hurma bahçesinin güzelliklerini seyreden… Ancak kısa bir süre sonra bahçenin, kalbini Allah ve Resûlü’nden uzaklaştırıp bir an için de olsa Dünya’ya çektiğini hatırlayınca bahçeyi tasadduk etmişti.
Osmanlı entelektüeli bahçesine mutlaka Gül dikerdi. Çünkü Gül süreç içinde O’nu dünyadan Resûlullah’ın yâd edilmesine çeken bir remz olmuştu.

Aslında ashâb Resûlullah’ın bu hoş kokusunu Gül’e benzetmedi. Zira Hz. Ömer ‘misk gibi’ koktuğunu Hz. Âişe ve Hz. Ali ‘miskten daha hoş bir koku’ olduğunu Muaz bin Cebel ‘misk veya anber’ Enes bin Mâlik ise özellikle İsra Gecesi’nden sonra ‘damat kokusu hatta ondan da hoş bir koku’ olduğunu ifade etmiştir. (Dimeşki 2/80)

Oysa Osmanlı insanının miski, anberi, damat kokusunu yaygın bir şekilde bulup koklaması zordur. Bu yüzden mesaj doğru algılanmalıdır: “Bak! Senin duyabildiğin en güzel koku bu gülün kokusu ya… İşte bil ki Resûllulah ondan da güzel kokardı. Bu koku seni mest etmesin. Resûlullah’ı hatırla, O’na Salâvat getir.” İşte bu yüzden Gül’ü koklarken Salâvat getirmeyene, yani Resûlullah’ı yâd etmeyene ‘kaba – ham adam’ nazarı ile bakılırdı.

Evvel demiştik ya bahçedeki çiçeklerin bakımı konaktaki beyefendiye aitti diye. Gül mevsimi gelince beyefendi ve hanımefendi seher vaktinde namazdan hemen sonra bahçeye inerler, Gül koklayıp Salavat getirirlermiş. (Şimdi bazılarınızın alaylı bir tebessümle “oturdukları yerde getiremiyorlar mıymış” dediğini duyar gibi oluyorum. E bırakın bu da modern insanla Osmanlı insanı arasındaki zarafet farkı olsun.) Gül koklamanın da bir usulü ve vakti varmış zira. Gülün rayihasının en yoğun olduğu vakit seher vakti imiş. Seher vakti bahçeye indiğinizde önce Gül dalının üzerindeki çiğ damlalarını hafifçe silkelermişsiniz. Bu rayihanın daha yoğun çıkmasını sağlarmış. Eğer gül dalını kopardı iseniz, o zaman Gül’ü baş aşağı tutar, hafifçe sallar sonra burnunuza yaklaştırır o güzel kokuyu içinize çektikten sonra mest halde iken Salâvat getirirmişsiniz.

Gül’ün Resûlullah’ın terinden yaratıldığını hiçbir Osmanlı alimi iddia etmedi. Bu konuda hiçbir âlim hiçbir hadis uydurmadı. Sadece edebiyatçılar Gül’e benzettiler. Çünkü güzelliği yakıştırdılar Resûlullah’a. Bütün güzellikleri Resûlullah’a sonra da onu yaratana bağladılar. Gül kokusunu Resûlullah’ı hatırlamak için bahâne edenler ‘Kılıç Peygamberi’nin’ misyonunu Açe’den Viyana’ya kadar taşıdılar aynı zamanda.

Şimdilerde Kutlu Doğum Haftaları’nda Resûlullah için ağlayan zırlayan ‘tekbir defilesinden fırlamış kızlar, küpeli düşük bel pantolonlu oğlanları’ yetiştiren bizler mi yoksa onlar mı Resûlullah’ı kokulara çiçeklere hapsettiler.

Allah’ın emrinin söz konusu olduğu yerde o emrin zıddını dayatanlara karşı direnmek yerine eğilip bükülmeyi öğreten bizler mi O Nebi’yi daha iyi anladık ve anlattık yoksa onlar mı?

Adını andık ya Ya Resûlallah:

Es-salatu ves-selamu aleyke Ya Resûlallah

Es-salatu ves-selamu aleyke Ya Habiballah

Es-salatu ves-selamu aleyke Ya Seyyidel evveline ve’l-Ahirin
Değil adının anıldığı yerde Salâvat getirmeyi adının anılması ihtimali olmayan bir çiçeğin yanında Salâvat’ı hatırlatanlar:

Size de selam olsun…
Hilal GÜLSEVEN
alıntı

Aşıklar dildeştir, tercümana ne hacet . Suretleri birdir aynaya ne hacet . Gönülleri sorarsan, gönülleri deryadır, suya ne hacet ...










Pişmanlık ve Hüzün

Zaman çığlık dolu; bu son geceden
Aydınlığa indi bütün kederler
Bir ses ‘uyan’ diyor, ‘ölüm gelmeden
Yoksa seni karanlığa iterler’
Zaman çığlık dolu; bu son geceden
Neden korkuyorum, bilmem ki neden
Kelepçe vurdular, eyvah, dilime
Eski bir ülkede, yitirdiklerim
Toztoprak misâli çöktü elime
Rüyalar içinde getirdiklerim
Kelepçe vurdular, eyvah, dilime
Öksüz kaldı benden hece, kelime
Elim silahlı sermayem: Gurur
Neçiçekler benim; ne ben çiçeğim
Bir gün hesap için divan kurulur
Ayaklar altında kalır yüreğim
Elim silahlı sermayem: Gurur
Korkarım beni de alnımdan vurur
Pişmanlık ve hüzün hep yığın yığın
Bütün varlığımla soyuluyorum
Ortasında kaldım bir bataklığın
Kurtarın dostlarım, boğuluyorum
Pişmanlık ve hüzün hep yığın yığın
Bahçesi harâbe tüm insanlığın
Karşımda yokluğun alev gözleri
Zindanlar içinde zavallı ruhum
Mükâfat mı, bana şu kan gölleri
Yoksa işkence mi, avutulduğum
Karşımda yokluğun alev gözleri
Bana diş biliyor yıllardan beri
Dilene dilene eğilmiş belim
Yüzüm kaktüs yaprağına benzemiş
Bİlmiyorum, neden böyle tembelim
Kim bana ‘çalışma, yaşarsın’ demiş
Dilene dilene eğilmiş belim
Artık görmüyorum, sağırım, kelim
Acaba çıkar mı yollarım düze
Yoksa yokuşlar mı öldürür beni
Birgün kavuşursam belki, gündüze
Talih bir defacık güldürür beni
Acaba çıkar mı yollarım düze
Sonsuzluğa, mutluluğa, denize

Nurullah GENÇ

[Resim: fdZ74950.jpg]

Cuma'dır kuldan Rabbi'ne arzları ulaştıran,
Cuma'dır tevbe kapılarını açtıran ve
Cuma'da öyle bir vakit vardır ki kulu
Rabbi'ne yaklaştıran...
O vakte vâkıf olabilme duası ile
Cumamız hayırlı ve Mübarek olsun ....












Çığlıklara,lâl kesilmiş;figânlara sessiz kalmış;

Gözden düşen bir damla yaşa kifayet eder mi?

Hüzün?.



Bazen,"gül"e en yakın hâlîn,
"vav"olduğun hâlîndir...

Bazen de "vav" hâlînde yakarırken,
avuçlarının içine "gül"koyarlar...
__________________




(Sanırım bazen, insanlar; kendilerini basite alıyorlar...
Halbuki bir insan, en fazla bir insan kadar basittir;
yine en fazla bir insan kadar değerli...)

Yolcu, yolu bilmez çoğu zaman. Sadece “nereye” gitmek istediğini bilir... Yol başkadır çünkü, menzil başkadır... Şehirleri bağlasa da birbirine, yollar; şehirlere benzemez!..
Şimdi... Bunca yol bunca yolcu tarafından doldurulmuş da olsa; yol bilmeyen bunca yolcu, nasıl bulacak yollarını?..
Bilmeyenler, bilmeyenlerden mi öğrenecek bilmediğini?..
Veya neden kaybolmuş; şu kavrulan insanlar kızgın güneş altında?..
*
Biliyorsan, cevap ver!.. Biliyorsan, doğruyu söyle!.. Biliyorsan, kurtar insanları, çöllerde kaybolmaktan! Ama, bunları yap;
...biliyorsan!..
*
Bunca yolda kaç yolcu rastlayıp da sormuştur şehrinin amirine, milletin emirine, yolların memuruna?..
Yollar, kayboluşlardır; belki de sevinmek için, bulunuşlarda!.. Ama sevinemez herkes, sevindiremez!.. Ya koybolur çünkü veya kendi kayboluşuna ortak arayan bir kuru inatçının izini yalar!.. Bu da başka bir kayboluştur...
Peki ama, kızgın çölde ölürken ne farkı var; tek başına olmakla üç başına olmanın, beş başına olmanın?..
*
İnsanlar, bazen kendilerini basite alsa da; bir insan yine ancak bir insan kadar basittir, veya değerli... İnsanın değeri, gösterdiği istikamet ile ölçülür!..
Bunun için ben, her insanı, yoldaki bir tabela gibi görürüm... Bu levhaların ucu farklı mıdır ki bir insanın işaret parmağından?..
Yolda herkes herkese sorar, her levhaya bakar...
Ama keşke herkes doğruyu bilse, doğruyu dese, doğruyu görse...
*
İşte bu noktada sen, kendini basite almamalısın;
Şehrin yönünü biliyorsan!..
Ayakta duran ve başı dönmemiş her tabelanın işaret parmağı der ki:
“Şehir şu tarafta!..”
Bir insanın hayat boyu yapması gereken en önemli vazifesi; işte bu şehre doğru yürümek ve her sorana şehrin yönünü göstermektir!..
*
Aslında insan, bir yol levhası kadar sade ve basittir.
Ama insan, bir yol levhası kadar zararlı ve tehlikeli de olabilir...
Fakat, bir yol levhası kadar önemli, değerli ve kurtarıcı olmak; her insanın mes’uliyetidir!

Muammer Erkul
__________________

 
Kırık mızrabına dokunan,
El değil.
Kaybolan bir bestenin güftesindeydin.
Ebazer gibi bir yalnızlık yaşadın
Laleydi bu yüzden adın..
Karanfil değil, yasemen değil.
Sen ağladın ve ıslandı bulutlar,
Dile geldi çiçekler, ses veren onlardı.
Bu bir sahte hâl değil.
Okyanus ötesinde bir yiğit var, dediler,
Tükenmeyen zamandı,
Yol değil¦
Alevler sarıyordu zemherî ayrılığı,
Bakışında savrulan merhametti,
Yel değil.
Çağ ötesi bir vuslat,
Gün dönümü bir edaydı duruşun,
Hakikattı sözlerin
Muhâl değil¦
Şimdinin gerçeğini yarın ve dün söyledin,
Gerçekti konuşan
Sihir değil, fal değil.
Seradan Süreyya’ya parlayan O’ydu,
Zuhâl değil.
Bu bir yoldu, adanmaktı, hiç olmazsa yanmaktı,
Çakırkeyf hâl değil.
Uzaktasın diyemem sana,
Yıldızlar küser, ağlar bulutlar.
Seni hatırlatan diller gücenir;
Kırılan gönül değil.
Kaybolursa gülün adı,
Nefesler düğümlenir
Şimdiye esir olur ebedî bekleyişler,
Unutan ecel değil…
Bir çöl yangını kavuruyorken,
Hicranla sulandı tomurcuklarım.
Güle vurgundun, yangının lâledendi,
Ya da lâle seni var edene remizdi
Ebced ona götüren izdi.
Denizdi bakışların,
Sessizdi ağlayışların.
Bu ayrılık nedendi?
Yıllar yılı vuslat dendi
Her an dilimizde yâdın
Adın, tadın
İsmine mukaddime
Fetih önsözlü
Uhrevî gözlü
Lâledendi..
*
Alıntı
[Resim: bakma1.jpg]

Büyük İslam alimlerinden Yahya Efendi ile, Kanunî Sultan Süleyman süt kardeşidirler. Yahya Efendi, duası makbul, keramet ehli bir zattır.
Bir gün Kanunî, Osmanlı’nın sonunun nasıl olacağını merak eder ve Yahya Efendi’ye şunları yazar:
– Ağabey, sen ilahî sırlara vakıfsın. Kerem eyle de, biz Osmanoğullannın akıbetinin ne olacağını haber ver.
Soruyu okuyan Yahya Efendi, bir kâğıda:
– Kardeşim, “neme gerek” yazar ve padişaha gönderir.
Cevabı okuyan Kanunî hayretler içerisinde kalır. Hemen kayığa biner ve Yahya Efendi’nin, bugünkü Yıldız Parkı’nın yanında bulunan dergâhına gider. Soru sorup da cevap alamamış olmanın üzüntüsüyle:
– Ağabey, bu ne iştir? Sualimize cevap vermediniz. Yoksa bir kusur mu işledik? der.
– Biz cevap verdik, der Yahya Efendi, ancak bunu sizin anlayamamanıza şaşarız.
– Nasıl cevap verdiniz?
– Kardeşim! Bir devlette haksızlık ve zuiüm yayılır, bunu işitip, görenler de “neme gerek!” derlerse, mani olmazlarsa; bir koyunu kurt değil de çoban yerse, bunu bilenler de hakikati söylemezse; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryadı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmezse, işte o zaman neslinin yok olmasını bekle! Hazineler boşalır, asker itaat etmez, işte o zaman yok olmak zamanıdır.

Kanunî, Yahya Efendi’den hayır dualarını İster ve işittiklerinin hüznü ile oradan ayrılır.


/alıntı/




Dar Alanda Kısa Paslaşma


Nasıl kötü arkadaş insanı kötülüğe sevk ederse, nasıl kötü söz insanın kalbini hırpalarsa; kötü karakterli, kötü ahlaklı gıdalar da (evet, ne var?) aynı şekilde insanın zekâsından fikriyatına kadar birçok şeyi etkiler

Ne zaman kötü bir yerden geçsem, mesela Taksim’de şöyle beş on dakika yürüsem veya es kaza bir yerde televizyona rast gelsemde herhangi bir diziyi iki dakikacık seyredecek olsam, sebebini az çok kestirebildiğim bir huzursuzluk çöküverir içime. Bu iki huzursuzluk  menbaının üçüncüsü ise kötü bir yerde yemek yemek zorunda kalmaktır.
Bazı markaları boykot etmek, bir tavır sebebi ile bazı içecekleri tüketmemek, satın alınan ürünlerin GDO’lu olup olmamasına dikkat etmek.. benzeri hassasiyetler elbette güzel, ama değinmek istediğim nokta her ne kadar bunlarla ilintili olsa da daha başka:
İyi insanların iyi sözleri bizi nasıl onarır, nasıl tedavi eder bilirsiniz. Ya kötü bir söz duysak, hakaret işitsek mesela, içimiz allak bullak olmaz mı, dağılmaz mı insanın zihni bir anda, keyfi – huzuru kaçmaz mı? Peki, sizce, tükettiğimiz gıdaların hangi ellerden nasıl çıktığı aynı şekilde bizi etkileyebilir mi? Koka kola tüketmekte ve satmakta ısrar eden insanların örneğin Filistin meselesine daha duyarsız olmaları tesadüf müdür?
Size “her sabah 7 tane kuru üzüm yersen zekân açılır yavrum” diyen yaşlı bir amcadan, yemeği abdestli olarak pişirme gayretinde bir nineden, “Peygamberimiz patlıcanı çok severmiş” deyip patlıcanlı yemeğe ayrı bir hürmet gösteren bir anneden haber versem, bana “hurafeci” mi dersiniz?
Küçükken, büyüklerimizin bize hatırlatıp durdukları şeylerden biri “kötü çocuklarla arkadaşlık etme”memiz; bir diğeri ise “orda burda satılan şeylerden alıp yeme”memizdir. Genelde bizim vurguladığımız nokta gözden kaçırılır da “sağlık” açısından bakılır olaya daha çok. Bir şey sağlıklıysa artık problem yok mudur yani? “Transit yağ yok”sa “oh ne ala” deyip bandırabilir miyiz cipsiyi sosa? Gıdanın nereden ve nasıl geldiği, ne tür insanların elinden geçtiği, tüm bunların sonucu nasıl bir karaktere büründüğü, yediğimizde -son derece sağlıklı olsa bile- nasıl bir etki bırakacağı ne derece önemli sizce?
Ben inanıyorum ki nasıl kötü arkadaş insanı kötülüğe sevk ederse, nasıl kötü söz insanın kalbini hırpalarsa; kötü karakterli, kötü ahlaklı gıdalar da (evet, ne var?) aynı şekilde insanın zekâsından fikriyatına kadar birçok şeyi etkiler. Hatta tüketilen şeyin günün hangi vakti tüketildiği bile dikkate değer bir şeydir. Doktorların, “sabah kahvaltısını iyi yapın, şu vakitte yemek yemeyin” gibi sağlık endişesiyle yaptıkları uyarılardan bahsetmiyorum elbette. Yatsı namazından sonra “gaflet yapar” inancıyla su dahi içmeden uyuyan tasavvuf ehlinin hassasiyetinden bahsediyorum.
Mide ile kalp arasında -kaburgaların koruduğu o dar alanda- yapılan kısa paslaşma beynimize açılan bir ortaya dönüştüğünde, topa kafayla çıkarken kendi kalemize gol atmamak için,midemizle kimlerin irtibat kurduğuna kimin güdümünde olduğuna dikkat etmek gerekiyor. Yoksa yuttuğumuz loklamalar truva atı gibi bizi içten fethedebilir; gol atmak için gittimiz kalede rakip takımın kalecisiyle sarmaş dolaş olup yapmamız gerekeni unutabiliriz, takdir edersiniz ki bu iyi bir şey değildir.
İşte böyle, ne zaman dışarıda bir şeyler yiyecek olsam ve eli ayağı düzgün edepli ahlaklı bir yemek bulamayıp kötü bir yerde kötü (ama leziz) bir şeyle karnımı doyursam, köşe başında beni bekleyen ‘huzur polisi’nden tekme tokat dayak yiyorum. Annem, bir komşu evimize yemek gönderdiğinde, bize yedirmeden önce kimin gönderdiğine ve nasıl biri olduğuna dikkat ederdi, gerekirse yedirmezdi, bakın bunu iyi hatırlıyorum.

Abdullah Kibritçi
Genç Dergi
Yazmam gereken başka yazılar varken…
Seni yazmak isterdi canım.
Sana boğulmuşken, sensizlikten kıvranmaya başladığımda,
Marmara’dan yosun kokusu gelirdi bir esintiyle odaya…
Sahi…
Yokluğu burnumun direğini sızlatırdı ya
Kokunu hiç bilmezdim…

Hani, cam kenarına bir kuş konsa,
Bakıp, uçmayı düşlerdim.
Hayâlimde kanatlanıp sana gider,
“Onca sendeyken”
Olduğum yerde çakılır kalır,
Yanına gelemezdim…

“Ağlayasım” gelirdi zaten ışığımı görünce…
Alışkındı öyle çat kapı!
Birkaç damlayla kandırıp onu, geri gönderirdim.
O, ısrarla tekrar tekrar geldiğinde kapıma, sesim çıkmazdı; ama
Beni kendisiyle avutmak istediğinde çok öfkelenirdim!
Çünkü…
Avutmak ona kalmamıştı!
Haddini bilsindi!
Avunmak isteyen mi vardı!?
Ben, seninle bile avunamayacak kadar kederliyken, o da kimdi!?
Hem, neredeyse hep sana bakar,
Hem, bir o kadar hasretini çekerdim…
Nereden bilecekti ki “ağlamak” bunu! ?
Zaten, anlasa diye çaba da göstermezdim…

Başı karlı dağlar gibi gelirdin aklıma:
Ulu, garip, sessiz, yalnız ve serin…
Kendini bitiren bir mum gibi gelirdin sonra:
Yanık, âşık, sıcak ve derin…
“Aklına gelmek” miydi ki bu…?
Zaten, hep orada gezinirdin…
Kovardım bazen, inatçıydın, ne yapsam gönderemezdim...

Olur olmaz yerlerde,
Tam yanı başımda durur, seyrederdin…
Hani, “onca yakınımdayken”
Yine de uzaklarda kalışından mıydı ne,
Kaşlarımı çatar,
Varlığını umursamadan,
İnadına dorukta yaşardım hazları…
Hayaline meydan okurcasına,
Nispet yaparcasına hırsla
Ve alabildiğine arsızca yaşardım!
Sonra, bir kızartı gelip otururdu yüzüme…
Sanki çok 'utanırdım'
Ve sanki 'çok utanmaz'dım…
Garip bir acı kaplardı da içimi,
Hemen oracıkta ölmeyi özler, ölemezdim…

Bir de pencereler vardı
Yakınlarla ve uzaklarla bakıştığım…
Böyle, geçmiş gibi yazdığıma bakma…
İçime sinerdi tüm anlar,
Her ânım oluverirdin.
Özgürdüm…
Seni görmek için sana muhtaç değildim!
Seninle konuşmak için sana ihtiyacım yoktu!
Önce, bembeyaz martılar uçmaya başlardı gökyüzünde…
Fakat ardından, dalgalar vurunca pencereme, ürker,
Yine de uslu durmaz!
Yine de yapacağımı yapar!
Camlar ardında kalan yüzünü öperdim, çekinmezdim...

Başka yazılar yazmam gerekirken,
Bir şiir daha yazardım sonra, ismini bilmediğim...
Sana boğulmuşken, sensizlikte tekrar tekrar canlandığımda,
Bir karanfil acılığı dolardı odaya…
Sahi…
Yakan bir yanı vardı ya…
Tadını da hiç bilmezdim………..

Neslihan Nur TÜRK



İnsanlardan bir şey isteme ki, insanlar seni sevsin.

ALLAH’ tan iste ki,

ALLAH seni sevsin!



Hz. Ebubekir (r.a.)
[Resim: islamabadc.jpg]
İnsanlar kıyamet gününde bir tek toprak üzerine toplatılıp biraraya getirilecek.Sonra da bir çağrıcı şöyle seslenecek:Yanlarını yataklarından kaldırıp aralayanlar nerede?Bu çağrı üzerine onlar az bir topluluk oldukları halde kalkarlar ve bir hesaba tabi tutulmadan Cennet'e girerler.Onlardan sonra diğer insanların hesaba çekilmesi emredilir.Hadis-i Şerif(Beyhaki)
Click the image to open in full size.

Binlerce insan tanırız; ama içlerinden sadece biri, belki bir kaçı “can” gibi gelir.
Habîbine dahî insanlar arasından dost lûtfeden Rabbim,
elbet bizden de bu güzelliği esirgemez.
Hani, tesellî bâbından…
Hani “şu gurbet daha çekilir hâle gelsin” için, lûtfeder.

Sukülü
Click the image to open in full size.



Dostun için dua etmek, maddi ya da manevi en çok sevdiğini, hep sevecek olduklarınla paylaşmaktır. Yeri geldiğinde affetmektir. Sen ne kadar kolay affedersen yaptığın hatalardan ötürü RABBİNDEN merhamet dilemen daha kolay olur. Hem hayat kırgınlıkları kaldıracak kadar uzun değil. Gül bahçelerine sevdiklerinle yürümek varken kurumuş tarlalara ya da mayınlara koşmak... Hayır, hayır... Hayat bu kadar değersiz değil. Mevlânâ'dan yine güzel bir menkîbe ne de güzel yakışır bu sözlere; "Dostlarını ne aklınla sev ne de kalbinle. Seveceksen eğer ruhunla sev. Olur ya akıl unutur, kalp durur. Ruhunla sev, çünkü ruh ne unutur ne de durur."

unutma ...
''İnsanın yaşı kaç olursa olsun, ağlarken hep kimsesiz bir çocuktur!..''



Bir Annenin Yavrusu İçin Uykusuz Geçirdiği Geceler Gibi Yüreğim.
Şikayetim Yok Ama !
Artık Ağlamasın İstiyorum Kalbim...
 
Kahraman Araz

Kim bir topluluğu severse....

Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

“Kim bir topluluğu severse, Allah onu, o toplulukla birlikte diriltir.”

(Taberani, Kebir)

“Made in Allah” damgasını üzerinde taşırken sen,
biri seni sevmedi diye, değersizlik
duygusu yaşamanın anlamı yok…!

Selim Adıgüzel







Gönül; bir gün olur, seni gönlünü alana ulaştırır.

Can; bir gün olur, seni Sevgiliye ulaştırır.

Sen de derdin eteğini elden bırakma,

Çünkü o dert, bir gün olur, seni dermana ulaştırır.



'' S A B R E T ''


Hz. Mevlana




Rabbim bilinmezliklerimde bilinenim ol....
Şüphelerimde eminliğim,
Nefsimle mücadelemde kazancım ol.....
Çıkmazlarımda yol açanım ....
Bu sesler nedir, hangisi sendendir diye sorgulamalarımda sesime ses ol....


Her an Sana muhtacım
Bu yazıyı yazmak için,
Bu duayı söyleyebilmek için,
düşünebilmek,
konuşabilmek,
isteyebilmek için Sana, hep Sana muhtacım


Rabbim her an Sana muhtacım,
N'olur rabbim yanımda ol....


Bilinenim...
Eminliğim....
Kazancım ol....
Çaresizliklerime çare ....
Sesime ses ve aramalarıma bulma ol....


Ya kaldır aradan perdeleri Seni görebileyim
Ya da kaldırdığım perdenin ardında Seni göreyim


Rabbim n'olur ..... n'olur rabbim
seçimlerimde irademi benden al ve içime SEN dol......amin amin amin
Japonya, Osaka'da bir tren istasyonunda fıskiyeden bir saat zamanı gösteriyor.
Aşağıdaki video ile zaman nasıl akıyor seyredebilirsiniz.














Alıntı
__________________
*******

Followers

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

************
blogger counter

View My Stats *************************************

widget
**************

****************************free counters